Göğüs kafesini sıkıştıran, ciğerlerini yakan çok hiç. Çokluğun arasında göz ardı edilen sayısız hiç.
Mutluluğunu göremeyecek kadar kör bir adam ve kendi mutluluğuyla kavrulan bir kadın. Sonunda yine hiçlik.
Mutsuz sonlar, yeni başlangıçlar ve yine bir sürü hiç.
Onca hiçliğin arasında hala canlı kalabilmeyi başarabilen şarkılar. Her dinlendiğinde bedeni yenileyen ritmler, ezgiler.
Unutmak mıydı hiçlik, aklından çıkaramamak mı?
Vazgeçilemeyen olmak mı yoksa vazgeçilebilen olmak mı?
Yoksa anımsadıkça genzini yakan o kokuyu hatırlamak mı?
Şans eseri ortaya çıkan eskimiş bir fotoğraf mı?
Rakı kadehini onun şerefine kaldırmak mı?
Sahi neydi hiçlik?
Her şeydi belki.
Belki de onsuzluktu.
Unutamadığın o şarabın tadıydı.
Dünyanın en güvenli omzuna başını yaslamaktı.
Uzağındayken bile ruhuna dokunmaktı.
Son sigaranı onunla paylaşmaktı.
Gri kaldırımları onunla rengarenk yapmaktı.
Vazgeçemeyeceğini bile bile ''siktir git!'' diye haykırmaktı.
Ulaşabileceğin en güzel tada onun dudaklarında ulaşmaktı.
Biten şeyler değildi hiçlik, yeni başlangıçlardı.